Demokratik Katılım Grubu

2024 Yılı Seçim Programı

Son bir yılda memleketçe üç kez sandık başına gittik. Şimdi Tabip Odası seçimleri için yeniden gidiyoruz!

Biz hekimlere düşen;

Demokrasinin gereğini, seçme-seçilme hakkının en önemli bileşeni olan oy verme görevimizi yerine getirmek,

Toplumun bütün kesimleri gibi verdiği oya sahip çıkma kararlılığını göstermek,

Tarihimizden, aydınlanmadan, çağdaşlıktan, demokrasi ve insan haklarından vazgeçmeyen meslektaşlarımızdan aldığımız güçle 5 Mayıs günü yapılacak olan İstanbul Tabip Odası seçimlerine katılmak, bugünümüze ve geleceğimize sahip çıkmaktır.

Değerli meslektaşlarımız, hepimiz biliyoruz ki bunu yapmak tarihsel bir görevdir. Bizi yok sayanlara, “giderlerse gitsinler” diyenlere, iktidarda olanlara ve olmaya heves edenlere hiçbir yere gitmediğimizi, burada olduğumuzu,

Toplumun iyilik hali için vazgeçilmez olan adaletten, eşitlikten, laik, demokratik, sosyal cumhuriyetten, bağımsızlıktan, barış içinde bir arada insanca yaşanacak aydınlık bir ülke savunumuzdan asla vazgeçmeyeceğimizi, bir kez daha göstermeliyiz.

Yapmamız gereken oy pusulasına yönetim kurulu, onur kurulu, denetleme kurulu üyelerinin ve Türk Tabipleri Birliği büyük kongre delegelerinin tek tek isimlerini yazmaktır.

Demokratik Katılım Grubu olarak, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın ve ülkede uygulanan bütün politikaların geldiği noktayı çok iyi biliyoruz. Bu sonuçları her gün yaşayan, her birimizi, ailelerimizi, hastalarımızı, gençlerimizi, kadınlarımızı, toplumun bütün kesimlerini nasıl etkilediğini deneyimleyen bizleriz. Randevu bulunamayan hastaneler, yüzlerce hastanın değerlendirilmeye çalışıldığı poliklinikler, performans-ciro baskısı ile yapılan işlemler, tutulamayan nöbet ertesi izinler, güvencesiz çalışma, emeklilikte insanca yaşamaya yetmeyen ücretler...Bütün bunlar halkın nitelikli sağlık hizmeti alamamasına ve hekimlerin tükenmesine, mesleğe yabancılaşmasına yol açmaktadır. Genç meslektaşlarımız kendi ülkelerinde yaşamak ve çalışmak yerine farklı ülkelere gitmeyi tercih etmektedirler.  Türkiye’nin ekonomik, politik ve sosyal ortamı hepimizi yoksulluk ve yoksunluklarla baş başa bırakmıştır.

Demokratik Katılım Grubu'nun bu ortama karşı ne söylediği, ne eylediği çok açık ve nettir. Özlük haklarımızı savunmak, ülkemiz sağlık sisteminin hastalar, hekimler, sağlık emekçileri, kısaca toplumun tüm kesimleri için nitelikli, insana yakışır, şiddetten arınmış, haklarımızın gasp edilmediği bir biçimde yapılandırılması için mücadeleyi sürdürmek,

Dayanışmayı büyütmek, umudu var etmek, bugünümüzü ve geleceğimizi yine, yeniden, her zaman kendi ellerimizle kurmak için hepinizi Demokratik Katılım Grubu’nu desteklemeye davet ediyoruz.

Tıp fakülteleri nitelikli tıp ve uzmanlık eğitimini ve araştırma faaliyetlerini gerçekleştirilebilecek şekilde yeniden yapılandırılmalıdır!

Tıp fakültelerinde bilimsel yeterlik ve liyakat, unvanların kazanılmasında ve kadroya atanmada temel koşul olmaktan çıkartılmıştır. Ücretlerin yetersizliği ve kadro sorunları nedeniyle kamu üniversitelerinde nitelikli uzman hekim sıkıntısı yaşanmaktadır. Hastanelere yeterince sağlık çalışanı kadrosu verilmemesi hizmetleri aksatmakta, servislerin verimli çalışmasını engellemektedir.

Üniversite hastanelerinin finansal krizden çıkabilmeleri için genel bütçeden yeterli desteğin sürekli olarak sağlanmasını talep ediyoruz!

Zor vakalara tedavi hizmeti sunması beklenen üniversite hastaneleri döner sermaye sistemi ile finansal kriz içine sokulmuş, giderek artan borç yükü altında çöküşe sürüklenmiştir. Üniversite hastaneleri birlikte kullanım ve işbirliği protokolü ile Sağlık Bakanlığına bağlanmak istenmekte ve böylece üniversite yapılanmasından gelen akademik özerkliklerini yitirme tehdidiyle karşı karşıya kalmaktadırlar.

Üniversite hastanelerinde mal ve hizmet tedarikçilerine olan borçların artması nedeniyle ilaç ve malzeme alımları güçleşmekte, kimi ameliyatlar da dâhil olmak üzere sağlık hizmet sunumunda aksamalar ortaya çıkmaktadır. Üniversite hastanelerinde döner sermaye sistemi terk edilmeli, genel bütçeden destek yeterli düzeyde ve sürekli olarak sağlanmalıdır.

Sağlık Bakanlığına bağlı üniversite olmaz!

Sağlık Bakanlığına bağlı olarak kurulmuş, Sağlık Bakanı Yardımcısı’nın mütevelli heyetinin içinde yer aldığı Sağlık Bilimleri Üniversitesi (SBÜ), 55’i eğitim ve araştırma hastanesi olmak üzere 58 hastaneyi birlikte kullanım protokolü ile bünyesine almıştır. Tüm eğitim ve araştırma hastanelerinin üniversite hastanesine dönüştürüldüğü bu model, üniversite değerleri, özerk, bağımsız bir üniversite yapılanması ve buna uygun bir tıp ve uzmanlık eğitimi örgütlenmesi ile uyumlu değildir.

SBÜ’de ilan edilen kadrolarda yer alan koşulların nesnel olmaması, kişilere özel olarak tanımlanan kadro ilanları, liyakat ve bilimsel ölçütlere dayanmayan atamalar, kadrolaşmayı gündeme getirmektedir. SBÜ için açılan kadrolara başvurmak isteyen adaylara açık, adil, eşit bir değerlendirme yapabilecek jüri oluşturma yöntemi uygulanmalı, kadrolara atamalar bilimsel gelişmeyi amaçlayarak liyakate ve denetlenebilir nesnel ölçütlere uygun olmalıdır

Eğitim ve araştırma hastaneleri ve üniversite hastanelerinde performansa dayalı ek ödeme sistemi terk edilmelidir!

Eğitim ve araştırma hastaneleri ve üniversite hastanelerinde uygulanmakta olan performans sistemi, hizmet sunumunda nitelik kaybına yol açmıştır. Bu uygulama eğitim ve araştırma faaliyetlerine yeterli zaman ayrılmaması sonucunu doğurmuş, hekimlerin motivasyonlarını, mesleki saygı ve doyum duygularını olumsuz etkilemiştir. Performans sistemi hastaların muayene sürelerinde azalmaya, tedavi maliyetlerinde artmaya neden olmaktadır. Eğitim ve araştırma hastaneleri ve üniversite hastanelerinde performans sistemi terk edilmeli, eğitime, araştırmaya ve nitelikli sağlık hizmeti sunumuna öncelik verilmelidir. Hekim ücretleri, performansa bağlı olmayan insanca yaşamaya yetecek, güvenceli, emekliliğe yansıyacak bir düzeye getirilmelidir.

Ülkemizde uygulanan sağlık politikaları tıp eğitimi ile yakından ilişkilidir!

Tıp eğitimi bilimsel bilgi ile donanmış, genel yeterliliklere sahip, içinde yaşadığı toplumu tanıyan, öncelikli sağlık sorunlarını bilen hekimlerin yetişeceği nitelikte olmalıdır. Kamu üniversitesi tıp fakültelerinin altyapı sorunları çözülmeli; sayıları giderek artan vakıf üniversitesi tıp fakültelerinin yeterlilikleri denetlenmeli, tıp eğitiminde evrensel normlara uygun standardizasyon sağlanmalı, sürekli mesleki gelişime olanak sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır.

Asistan hekimlerin nöbet ertesi izin haklarını kullanmaları sağlanmalı, hastaneler ve klinikler bu konuda denetlenmelidir!

Asistan hekimler uzun yıllar süren mücadele sonucunda elde ettikleri nöbet ertesi izin hakkını hâlâ bazı hastanelerde; özellikle de cerrahi bölümlerde kullanamamaktadır. Çoğu hastanede nöbet ertesi izin yapıldığı kabulü ile, nöbet ücreti sekiz saat kesintili ödenmekte; nöbet ertesi izin yapamayan asistan hekimler ise izinlerini kullanamadıkları gibi nöbet ücretini de eksik almaktadır. Bütün asistan hekimlerin nöbet ertesi izin yaptığından emin olunmalı, hatta izin verilmeyen klinik ve hastane yöneticilerine yaptırım uygulanmalıdır.

Gittikçe artan asistan hekim kadrolarına karşılık çoğu hastanede eğitici kadrosunun yetersiz olduğu görülmektedir. Seminerler, vaka toplantıları gibi eğitim faaliyetleri birçok klinikte öğle arasına sıkıştırılmış durumdadır. Bu durum asistan hekimlerin aldığı uzmanlık eğitiminin niteliğinin azalmasına yol açmaktadır. Asistan hekimler nitelikli bir eğitim alması gereken uzmanlık öğrencisi olarak değil öncelikle sağlık hizmeti vermekle yükümlü hekimler olarak görülmektedir. Asistan hekim sayısındaki artışın iş yükünü azaltması beklenirken, uygulamada böyle olmamış; asistan hekimler artan sağlık hizmeti talebini karşılamak için poliklinik gibi yerlerde görevlendirilmiş, hastanelerdeki polikliniklerin sayısının arttırılması hedeflenmiştir.

Eğitim hastaneleri ve üniversite hastanelerinde sağlık hizmet sunumunda öncelikle görev alan asistan hekimler çoğu zaman yalnız başına, danışabileceği bir meslektaşı/ uzmanı olmadan nöbet tutmaktadır. Asistan ve genç uzman hekimler her geçen gün daha çok yurtdışına gitmek istemekte ve hatta gitmektedir. Mevcut belirsizlik ortamı ve gelecek kaygısı genç hekimleri buna iten en önemli sebeptir.

Eğitim olanaklarının eksikliği ve sağlık hizmetinin büyük çoğunluğunun asistan hekim emeği üzerinden planlanması, asistan hekimlerin şiddet karşısında savunmasız bırakılması tükenmişlik yaratmaktadır. Sağlıkta şiddet, sağlık hizmetinin planlanmasından sunumuna kadar her aşamasındaki eksiklikler yanı sıra ülkenin şiddete ve sağlık çalışanlarına karşı tutumu ile doğrudan ilgilidir. Şiddete karşı önlemler alınmalı, gerekli eğitimler verilmeli, şiddet gören hekime karşı her türlü destek sağlanmalı; daha da önemlisi hekimleri ve hekimliği toplumun gözünden düşüren her türlü açıklamadan vazgeçilmelidir.

Asistan hekimler için insanca çalışma koşulları sağlanmalı; ücret adaletsizlikleri giderilmelidir!

Mobbing asistan hekimler için başlıca sorunlardan biridir. Kıdemli asistan hekimler ya da uzman hekim ve eğitim sorumluları tarafından uygulanan mobbing asistan hekimleri özellikle ruhsal açıdan olumsuz etkilemektedir. Mesleki dayanışma ve tıbbi deontolojiye de aykırı olan bu tutum ve davranışlar sayısal çıktılara odaklanmış sağlık politikalarının sonucudur. Mobbinge karşı önlemler alınmalı, gerekli eğitimler yapılmalı, hastane içi denetim mekanizmalarının oluşturulmalı ve asistan hekimlerin karar alma süreçlerine katılımı sağlanmalıdır.

Vakıf üniversitesindeki asistan hekimlerin mesai saatleri daha fazladır. Son dönemlerde vakıf üniversitesi ve eğitim araştırma hastanelerinde çalışan asistan hekimlerin ücretleri arasındaki fark da giderek artmakta; aynı hastanede üniversite ve Sağlık Bakanlığı kadrosuna bağlı asistan hekimler arasında bile ücret eşitsizlikleri yaşanmaktadır.

Demokratik Katılım Grubu olarak;

Hukuki destek de dâhil olmak üzere her türlü sorunlarında asistan hekimlerin yanında yer almaya,

Nitelikli sağlık hizmetini ve insanlığa adanmış bir mesleğin uygulayıcıları olduğumuzun bilinciyle iyi hekimlik değerlerini savunmaya,

“Giderlerse gitsinler” diyenlere karşı mesleki dayanışmayı yükseltmeye devam edeceğiz!

Hekimlik mesleği, tazminat hakkının, iş güvencesinin olmadığı, ciro baskısı ile etik-deontolojik ihlallerin yaşandığı bir çalışma ortamına terk edilemez!

Özel hekimlik uygulamaları, hekimlerin mesleki ve ekonomik bağımsızlığının önemli teminatı durumundadır. Kamuya ait sağlık kuruluşlarındaki çalışma koşulları, liyakatsiz ve keyfi davranan yöneticiler, adaletsiz akademik yükselme, teşvik ödemelerinde dayatılan kriterler ve sağlıkta şiddette yaşanan artış, hekimleri nefes alabileceklerini düşündükleri “Özel Hekimlik” alanına yöneltmiştir.

İktidarın yürüttüğü ve 21. yılını dolduran Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın yıkıcılığından özel hekimlik alanı da nasibini almıştır. İktidar kamu kaynakları ile yıllar içinde büyüttüğü sermaye gruplarına önemli ekonomik imtiyazlar sağlamış ve grup hastane modeliyle hekimlere standartları giderek kötüleşen çalışma, ücretlendirme koşulları dayatılmıştır. Hastane işletmeciliği, verimlilik, memnuniyet kavramları altında ezilen hekimlik mesleği, odağında sağlık hizmeti olan anlayıştan giderek uzaklaştırılmıştır. Yağmurdan kaçarken doluya tutulan hekimler için “iş gücü piyasası” haline getirilen emekleri kendisini “alternatifsiz” gibi gören özel sağlık sermayesinin insafına terk edilmiştir.

İstanbul’da özel hekimlik alanında çalışan hekimlerin önemli bir kısmını özel hastane hekimleri oluşturmaktadır. Özel hastane hekimlerinin aldıkları ücretler, son yıllarda artan şekilde piyasa koşullarına terk edilmiş, temel çalışma güvencesinden yoksun bırakılmıştır. 2015 yılında özel hastane patronları tarafından hekimlere “sağlık şirketi” kurmaları dayatılmıştır. Hekimlik mesleği tazminat hakkının olmadığı, emekliliğe yansıyan gelir birikimin sağlanamadığı ve iş güvencesinin olmadığı bir ortamda, performans değerlendirmeleri, açık-kapalı ciro baskısı, etik-deontolojik ihlallerin kıyısına terk edilmiştir.

Hekimler için Sağlıkta Dönüşüm Programı ile girilen mutsuzluk sarmalı, özel sağlık sermayesince tamamlanmıştır! 

2022 yılı nisan ayında yapılan çalışma usulleri ve vergilendirmeye dair yasal düzenleme ile özel hastane hekimi, 4B statüsünde sözleşmeli ve hizmetini satan (serbest meslek erbabı, sağlık şirketi) statüsünü kabule zorlanmıştır. Meslek örgütümüzün hekimlerden aldığı verilere bakıldığında özel hastane hekimlerinin;

%42,21’i kurum tarafından 4B statüsünde çalışmaya zorlandığını,
%62,49’u 4A bordrolu çalışmak istediğini, 
%19,78’inin aylık kazancının yaşamını idame ettirebilmesi için yeterli olduğunu,
%75’ine yakınının yasal olarak belirlenenden daha uzun süreler çalışmaya zorlandığını,
%64,67’sinin fazla çalışmasının ücret olarak karşılığını almadığını, bilmekteyiz.

Hekim emeğinin korunmasında son mevzilerden olan muayenehane hekimliğinde, 2023 yılı başında çıkarılan yönetmelikle, yatan hasta izlemlerinin ve cerrahi işlemlerin yapılması için özel hastanelerle yapılan sözleşmelere sınırlama getirilmiştir. Özel hastanelerin keyfi ücretlendirme ve sözleşme olanaklarını arttıran ve “muayenehane hekimliğine darbe” niteliği taşıyan bu yönetmelik için geçtiğimiz dönem önemli bir mücadele yürütülmüştür. Bu dönemde Türk Tabipleri Birliği, tabip odaları, uzmanlık dernekleri ve Muayenehaneler Derneği’nin katılımıyla İstanbul’da sempozyum ve miting düzenlenmiştir. Bu mücadele sonunda geri adım atan Sağlık Bakanlığı yönetmelikte değişiklik yapmak zorunda kalmıştır.

2023 yılında çıkarılan sağlıkta tanıtım, bilgilendirme, reklam düzenlemelerini içeren yönetmelik üzerine taraflarla toplantılar düzenlenmiş, meslektaşlarımız hukuki yönden bilgilendirilmiştir. İstanbul ve Yalova Sağlık Müdürlüklerinde kurulan komisyona üyeler görevlendirilmiş, hekimlerin olası mağduriyetlerinin önüne geçecek şekilde müdahil olunmuştur.

Yan dal uzmanlarının ana dalda çalışma hakları uzun süredir kriz halinde bulunmaktadır. Meslek örgütümüzün yaptığı araştırmada yan dal uzmanlarının %70’inin ana dalda çalışma isteği olduğu görülmüştür. Bu araştırma sonuçları kamuoyuyla paylaşılmış, bu ayrımcılığın ortadan kalkması için ilgili derneklerle beraber mücadeleye devam edilmektedir.

Geldiğimiz aşamada özel hastaneler ve hekimlik uygulamaları “özel hastane sahibi” sağlık bakanlarının, özel hastane sermayesine doğru yonttuğu bir çıkar çatışma alanına dönüşmüştür. Hekimler için mesleğinin gerektirdiği özeni, çabayı uygulayabilecekleri alanlar giderek daralırken yeni dönemde başta tarafların katılımı ile “özel hekimlikte hekim emeği ve çalışma şartları” üzerine bir çalıştay yapılması planlanmaktadır.

Demokratik Katılım Grubu olarak

Özel hastane hekimleri için;
Güvenceli ve bordrolu çalışma şeklinin kural haline getirilmesi,
Emekliliğe yansıyan ve en az enflasyon oranın artışları içerecek ücretlendirme,
Meslek odamızın belirlediği standart sözleşme imzalanması,
Esnek çalışma sürelerinin engellenmesi,
Yıllık izin sürelerinin arttırılması,
Resmi tatillerde zorla çalışmanın engellenmesi,
Çalışma alanlarında etik ve deontolojik ilkelerin yeniden kurulması,
Fiziksel koşulları iyileştirilmiş çalışma ortamlarının sağlanması,
Yan dal uzmanlarının ana dal kadrolarında çalışma engelinin kaldırılması,
Muayenehane hekimleri için;
Muayenehane açma koşullarının gerçekçi ve doğru şekilde uygulanması,
Tıbbi uygulamaların yapıldığı özel hastane sözleşme kısıtlamalarının kaldırılması,
Vergide adalet sağlanması, mücadelemizi sürdüreceğiz.

Sağlıkta yaşanan sorunların sorumlusu biz değiliz, hekimlere ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddete isyan ediyoruz!

Hekimler her geçen gün sağlıkta şiddetle karşılaşma olasılığının arttığı bir ortamda hizmet vermeye devam ediyorlar. Sağlık hizmeti ortamında şiddetin artması yetişmiş insan gücünün ülkemizden ayrılmasına, hekimlerin mesleki değerlerinde yıpranmaya ve mesleğe yabancılaşmaya neden oluyor.

Toplumsal barış ikliminin olmaması, şiddetin sorunların çözüm yolu olarak benimsenmesine neden olmakla birlikte, hekimlerin ve sağlık çalışanlarının siyasi otorite tarafından hedef gösterilmesi ve kullandıkları ifadeler de sağlıkta şiddeti artırmaktadır. Sağlıkta şiddetin tam anlamıyla önlenebilmesi, şiddete neden olan kültürel, toplumsal, siyasal, sosyal ve ekonomik düzeyin yükseltilmesi, demokratikleşme, adalet ve barış ortamının sağlanması ile mümkündür. Bütün bunların yanında adaletin sağlanması, “yapanın yanına kar kalıyor” algısının ortadan kalkması için Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) sağlıkta şiddetin ayrı bir suç kategorisi olarak tanımlanması için önerdiği kanunun hızla yasalaştırılması, hekime uygulanan sözlü ya da fiziksel şiddetin cezalarının artırılması gerekmektedir.

Sağlık kurumlarının yetersiz alt yapısı, korunaksız hizmet verme,  destek hizmetleri ve yardımcı personel yetersizliği, hekimlerin çalışma koşullarını zorlaştırmaktadır. Kışkırtılmış sağlık talebi ve sevk zincirinin olmaması nedeniyle polikliniklerde aşırı yığılma, randevu bulamama ve buna bağlı olarak acil başvurularının artması, performans uygulaması nedeniyle hastaya yeterli süre ayrılamaması, hekimleri bu sorunlarının öznesi olarak hastalarla karşı karşıya bırakmakta ve şiddetin hedefi haline getirmektedir.

Sağlıkta şiddetin önlenebilmesi için, iktidarın sağlık çalışanlarına yönelik her türlü şiddetin karşısında olması, şiddete yol açabilecek nedenlere yönelik gerekli tüm tedbirleri alması ve ilgili yasaları uygulaması gerekir. Sağlık çalışanları ve hekimler kendilerine uygulanan şiddet konusunda duyarlı olmalı, haklarını bilmeli, şiddet uygulandığında gerekli başvuruları yapmalıdır.  Sağlık ortamındaki şiddet, çalışan kusuru değil iş sağlığı ve iş güvenliği sorunudur.  Güvenli çalışma ortamının oluşturulması ve şiddetin önlenmesi, kurumların ve yöneticilerinin sorumluluğundadır.  Riskleri tespit etmek ve ortadan kaldırmak kamunun en önemli sorumluluğudur. Bütün çalışanlar gibi hekimlerin ve sağlık çalışanlarının da riskli, can güvenliğini tehdit eden iş ortamında güvenli ortam sağlanıncaya kadar işi reddetme hakkı bulunmaktadır.

Şiddetsiz bir sağlık ortamında emeğimizin karşılığını alarak hekimlik yapmak istiyoruz!

Performans sistemi kaldırılmalı, rekabete, daha fazla iş ve işlem yapmaya dayanmayan, ekip çalışmasını özendiren nitelikli çalışma düzenine geçilmelidir.
Hasta randevuları hastaya yeterli süre ayrılacak şekilde düzenlenmelidir.
Sağlık kurumlarında yeterli sayıda, iş güvencesi olan sağlık çalışanı istihdam edilmeli ve yöneticiler tarafından ekip hizmeti verme ortamı yaratılmalıdır.
Hastaneler yapılırken güvenli çalışma koşullarını gözeten mimari düzenlemeler yapılmalı, mevcut hastaneler en kısa sürede gözden geçirilmeli ve güvenli koşullar sağlanmalıdır.
Sağlık Bakanlığı beyaz kod başvurularına ilişkin verileri kamuoyu ve TTB ile paylaşmalıdır.                                               
Tüm sağlık kurumlarında İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları aktif olarak çalışır hale getirilmeli, sendika ve meslek örgütleri bu kurullarda aktif görev almalıdır.
Çalışan güvenliği açısından gerekli önlemler alınmalı, hasta hakları kurullarında sağlık çalışanlarına ve sağlık meslek örgütü temsilcilerine yer verilmelidir. Kurumlardaki sözlü ya da fiziksel tüm şiddet olguları raporlanmalı, analiz edilmeli ve riskler önceden saptanmalı ve giderilmelidir.
6331 Sayılı Kanun sağlık kurumlarında da uygulanmalı, iş sağlığı ve güvenliği alanındaki eğitimler yapılmalı, hekimlerin hukuksal bilgiler konusunda yetkinleştirilmeleri sağlanmalıdır.
Merkezi şikâyet hatları kaldırılmalı, sorunlar kurum düzeyinde çözülmelidir.
Birinci basamak sağlık hizmetleri güçlendirilmeli ve sevk zinciri uygulamasına geçilmelidir.

Demokratik Katılım Grubu olarak, bütün bunları yaşama geçirebilmek için meslektaşlarımızla birlikte çözüm arayan örgütlü mücadelemize devam edeceğiz.

Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da meslektaşlarımızla dayanışmayı sürdürecek, şiddete uğrayan meslektaşlarımıza başta hukuki olmak üzere desteklerimizi sürdüreceğiz.

Sağlık kurumlarında “güvenli çalışma koşulları ve haklarımız” başlıklı eğitimleri devam ettireceğiz.

Koruyucu sağlık hizmetlerini önceleyen bir sağlık sistemini savunuyoruz!

Birinci basamak sağlık hizmetleri, koruyucu sağlık hizmetlerinin en önemli parçasıdır. Nüfus tabanlı, ulaşılabilir, ekip çalışmasına dayalı, sevk sistemini esas alan, kişiye ve topluma dönük hizmetlerin birbirinden ayrılmadığı bütüncül bir anlayışla ücretsiz verilmelidir.

Ülkemizde birinci basamak sağlık hizmetleri 2010 yılından beri aile hekimliği sistemi ile yürütülmektedir. Aile hekimleri merkezin kirasını ödemek, ısınması, aydınlatması, temizliği ile ilgili giderleri karşılamak, gereken malzemeleri satın almak, kısaca “işletmek” zorunda bırakıldıkları ortamlarda hizmet vermektedir. Hastalarımız reçete ücreti, üçten fazla ilaç yazılınca her bir ilaç için ek ücret, muadil ilaçlar için fark ücreti ödemek koşuluyla sağlık hizmeti almakta; büyük çoğunluğu Aile Sağlığı Merkezlerinde binanın kirasını, elektriğini, suyunu, ısınmasını, temizliğini hekimlerin karşıladığını bilmemektedir.

Son yıllarda mezun olan hekim sayısından fazla uzmanlık kadrosu açılmaktadır. Sağlık Bakanlığı birinci basamak sağlık hizmet sunumunu ve genel pratisyenliği değil uzmanlaşmayı ve özel sağlık kurumlarına ucuz iş gücü yetiştirmeyi önceleyen bir politika izlenmektedir.

Birinci basamak hekim insan gücü, genel pratisyenlik mesleki eğitim ve disiplinine göre yetiştirilmemektedir. Ülkemizde 1986 yılında “Aile Hekimliği Uzmanlık Eğitimi” başlatılmıştır.  Aile hekimliği uzmanlık eğitimini tamamlayan hekimler, asıl çalışma yerleri birinci basamak sağlık kuruluşları olması gerekirken 2. ve 3. Basmak sağlık kuruluşlarında istihdam edilmişlerdir.

Aile hekimliği uygulaması öncesinde pratisyen hekimler ya da aile hekimliği uzmanlığı dışında bir uzmanlığa sahip olan uzman hekimler, beş gün süren “Aile Hekimliğine Uyum Birinci Aşama Sertifikalı Eğitim Programı” na tabi tutulmuşlardır. Üniversitelerde bir ay süre ile aile hekimliği stajı yapmış olarak mezun olan hekimler bu eğitimden bile muaf olmuştur.

2014 yılından itibaren “Sözleşmeli Aile Hekimliği Eğitimi” uygulamaya koyulmuş, hali hazırda aile hekimliği yapan hekimlere Aile Hekimliği Uzmanı belgesi verilmeye başlanmıştır. Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın en önemli ayaklarından biri olan “her ailenin anne karnındaki bebekten, en yaşlı bireyine kadar tüm fertlerinden sorumlu bir hekimi olacak, etkili bir sevk zinciri kurulacak” söylemleriyle yola çıkılan aile hekimliği uygulamasında öngördükleri eğitim programları bile hayata geçirilememiştir.

Aile hekimi olarak çalışan meslektaşlarımızın;

Her gün bir yenisi düzenlenen yönetmeliklerle iş güvencelerinin hiçe sayıldığını,
Sağlıkta şiddete karşı korunmasız bırakıldığını,
Deprem testi yapılmamış, sağlık hizmetine uygun olmayan binalarda çalıştığını,
Şahıslardan kiralanmış yerlerde fahiş kira artışlarıyla boğuştuklarını,
Ve bütün bunlara rağmen büyük bir özveriyle çalıştıklarını biliyoruz!

Covid-19 pandemisinde etkin bir birinci basamak hizmetinin, salgının yayılmasının önlenmesinde ne denli önemli olduğunu; depremde yaşanan yaralanmaların ve diğer birçok sağlık sorununun yerinde yapılan müdahalelerle çözülebileceği halde aile sağlığı merkezlerinin çoğu kullanılamaz hale geldiği için yapılamadığına tanık olduk.

İlçe sağlık müdürüyle, hekimiyle, hemşiresiyle, psikoloğuyla, laborantıyla, sekreteriyle, çevre sağlık teknisyeniyle, şoförüyle, sağlık hizmetinin bir ekip hizmeti olduğunu, nitelikli bir birinci basamak sağlık hizmetinin bu bakış açısıyla verilmesi gerektiğini savunduk, savunmaya devam edeceğiz.

İlçe Sağlık Müdürlükleri Aile Sağlığı Merkezleri (ASM) ile ekip halinde çalışmaları mümkün iken; adeta ASM çalışanlarının açığını yakalamak ve ceza vermek için varlığını sürdüren mobbing odağı kurumlar haline getirilmişlerdir. Bu tip uygulamaların meslektaşlarımızı karşı karşıya getirdiği, ilişkilerde karşılıklı olarak bir güvensizliğe yol açtığı ve zaman zaman hizmet sunumunu aksatan bir niteliğe büründüğü bilinmektedir.

Kışkırtılmış sağlık talebi, her türlü isteğin karşılanması beklentisi hekim ve hastayı karşı karşıya getirmekte, şiddet olaylarının yaşanmasına neden olmaktadır.

Demokratik Katılım Grubu Olarak;

Kamu otoritesi tarafından yapılmış, beklenen İstanbul depreminde ayakta kalacak, salgın gibi durumlarda hizmetin sürdürülmesine olanak veren genişliğe ve havalandırmaya sahip, sınıflandırılmamış, kira ve tahliye edilme derdi olmayan standart nitelikteki binalarda,

Bölge ve nüfus tabanlı, topluma dayalı, bütüncül birinci basamak sağlık hizmetinin sunulduğu,
Destek ödemesi, teşvik ödemesi, seyyanen zam adı altında ödenen ve en ufak bir disiplin cezasında kesilme riski taşıyan ücretlerin değil, emekliliğe yansıyan ve insanca yaşanabilecek net ücretlerin ödendiği,
Şiddetten arındırılmış, şiddete karşı koruma mekanizmalarının sağlandığı,
Sağlık politikaları belirlenirken her bir meslektaşımızın ve meslek örgütümüzün taleplerinin dikkate alındığı,
Mesleki eğitimlerinin ve sürekli mesleki gelişimlerinin meslek örgütleri aracılığı ile sürdürüldüğü,
Birbirini karşıtı olarak gören değil birbirini tamamlayan, ekip olarak çalışan ASM-İlçe Sağlık Müdürlüğü ilişkisinin tesis edildiği,
İş güvencesini tehdit eden, mobbing aracı haline gelen yönetmeliklerin olmadığı,
Hekimlerin grevli/toplu sözleşmeli iş güvencesi ile çalıştığı,
Demokratik bir çalışma ortamı talebimizi ve mücadelemizi yükseltmeye devam edeceğiz.

İşyeri hekimlerinin haklarını ve işçi sağlığını korumaya kararlıyız!

Ülkemiz küresel ve yerel sermayenin yatırım alanı olarak ucuz ve güvencesiz emeğin en önemli rekabet gücü haline getirildiği bir çalışma hayatına adım adım zorlandı. Yıllar boyu tüm yasal düzenlemeler ve yasal olmayan uygulamalar emek dünyasında yıkıcı etkisini gösterdiği gibi, işçi sağlığı ve işyeri hekimlerinin çalışma şartları ve özlük hakları konusunda da çok hayati sorunlara yol açtı.

Çalışma hayatı, güvencesiz, örgütsüzleştirilmiş, taşeronlaşmanın olağanlaştığı, emeğin ucuz iş gücü haline getirildiği, uzun çalışma saatlerinin egemen olduğu bir ortama sürüklenince kaçınılmaz olarak iş cinayetleri de katlanarak arttı. Tozlu, gürültülü, kimyasal maddelerin kullanıldığı, çalışma koşullarının ağır, güvenlik önlemlerinin yetersiz olduğu işyerlerinde iş cinayetleri yaşanırken; on binlerce işçi mesleki maruziyet sonucu meslek hastalığına yakalandı. Bütün bunlara rağmen resmi veriler çok düşük gösterildi. Meslek hastalıkları, sigortacılık ve tazminat odaklı bir yaklaşımla tespitinden teşhisine tam bir karmaşa sarmalı haline getirildi. Bu gerçeklik yaşanırken işyerlerini denetlemekle görevli Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, hem müfettiş sayısının yetersizliği hem de sermaye kesimini ve işverenleri “ürkütmemek” adına bu görevini yerine getirememekten kaçındı.

İşyeri hekimlerinin TTB asgari ücret tarifesine uygun düzenlenmiş ve onaylanmış sözleşmelerle istihdamı talebimiz ve mücadele alanımızdır!

Bu karmaşa içerisinde “piyasa” ve piyasanın ihtiyaçları kaçınılmaz olarak işçi sağlığı işyeri hekimliği alanını da bir tür istihdam bürosu modeli olan Ortak Sağlık Güvenlik Birimlerine (OSGB) zorlamıştır. Zaman içerisinde açılan yüzlerce OSGB’nin bir kısmı rekabet koşullarında kapanmış; tekelleşme ve zincir OSGB modelleri görülmeye başlamıştır. Sağlık Bakanlığı ve hekimleri ilgilendirmesi gereken süreçler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve SGK tarafından yürütülmektedir.

İşyeri hekimliği alanının kurucusu ve uzun yıllar eğitimlerini yürüten Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) devre dışı bırakılmasıyla, işyeri hekimlerinin ücret ve çalışma koşulları da işverenlerin takdirine ve sürekli değişen yönetmeliklere bırakılmıştır. İktidar idare mahkemelerinin ve Danıştay’ın TTB’nin işyeri hekimlerinin eğitimlerini ve çalışma onayını düzenlemeye yetkili olduğuna dair kararlarını uygulamaktan ısrarla kaçınmaktadır.

Yasal zorunluğa rağmen oda üyesi olmadan işyeri hekimliği yapan meslektaşlarımız bulunmaktadır. İSG-KATİP üzerinden tabip odalarının onayını zorunlu kılan bir alan açılması gerekmektedir.

Demokratik Katılım Grubu olarak, işyeri hekimlerinin ücretli emekçi olarak işçi sınıfının bir parçası olduğunu akılda tutarak, çalışma yaşamında demokratik talepleri ve özlük hakları için mücadeleyi öncelemekteyiz. İşçi sağlığı ve iş güvenliği çalışmalarını iyi hekimlik değerleri içerisinde yürütmek, hukuki süreçleri de içerecek biçimde mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğiz.

İşyeri hekimlerinin OSGB’lerde 20-30 işletmeye koşmak, düşük ücretlerle çalışmaya zorlanmak yerine işverenlerle bağımsız bireysel sözleşmeler yaparak çalışmasını savunmaya devam edeceğiz.

Patriyarkal kapitalizmin sürekli ürettiği krizler en çok kadınları ve kadın sağlığını vuruyor!

Doğayı, canlıları, kadınları ve emeği tahakküm altına alan patriyarkal kapitalizm sürekli kriz üretmekte; doğal ve kültürel varlıklara el koymaya dayalı birikim rejimi, yaşamı yok eden, bakım krizi, gıda krizi, su krizi, iklim krizi vb. çoklu krizleri açığa çıkarmaktadır. Ekolojik felaketlerin yaygınlaşıp sıradanlaştığı ve geleceği tehdit ettiği günümüzde, sorunları çözmenin yolu insanın doğanın bir parçası olduğunu kabul etmekten geçmektedir. Yaşanılan pek çok “doğal afet” aslında ekolojik krizin beklenen ve önlenebilir sonuçlarıdır.

Toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle, artan afetlerden en çok kadınlar etkilenmekte, afetlerde erkeklere kıyasla beş kat daha fazla ölmektedir. Doğanın, müşterek alanların, ormanların, dağların, suların kapitalist üretim için mülk edinilmesi ve tahakküm altına alınması ile kadınlar yoksullaşmakta, özel sektöre devretmek üzere yapılan kamulaştırmalar, barınma, sağlıklı bir çevrede yaşama, sağlıklı ve yeterli gıdaya/ suya erişim ve çalışma haklarını ortadan kaldırmakta, dayanışma haklarının kullanılmasını engellemektedir. Afetler yaşandıktan sonra değil, öngörülen durumlarda akılcı çözümler için Tabip Odası ve diğer bütün meslek örgütlerinin ve sorunun muhataplarının öncelik ve ihtiyaçlarını dikkate alarak planlama yapacak bir yapılanma oluşturulmalıdır.

Ekonomik kriz dönemlerinde kadınlar açısından cinsel sağlık-üreme sağlığı, beslenme, ruh sağlığı, kadına yönelik şiddet açısından risk faktörlerinin arttığı gözden kaçırılmamalıdır!

Sağlık sisteminde kâr maksimizasyonu ve bütçe kesintileri nedeniyle sağlık hizmetlerine erişememe hali kadınları daha fazla etkilemektedir. Kadınlar, hem daha fazla sağlık hizmetine ihtiyaç duydukları hem de yoksullaştıkları için sağlık alanındaki krizden orantısız olarak etkilenmektedir. Sağlık hizmetleri için kaynakların azaltılması, hane halkı gelirine egemen olan erkek aile üyeleri tarafından kız çocukları ve kadınların sağlık ihtiyaçlarının ikincil plana atılmasını da beraberinde getirmektedir.

Muhafazakârlık ve neo-liberal sağlık politikalarının kadın sağlığını hiçe sayan yaklaşımları kabul edilemez!

Son dönemlerde, kadın sağlığını bütüncül ele alan yaklaşımdan çok annelik ile ilişkili sağlık hizmetleri öne çıkarılmıştır.  Bilimsel dayanaktan yoksun bir biçimde doğurganlığı teşvik eden bir politikaya geçilmiş, aile planlaması hizmetleri ihmal edilmiş, kürtaj hizmeti fiilen verilemez hale gelmiştir. Kadın cinselliğinin üremeye indirgenmesi ise kadınların cinsel sorunlarını görünmez kılmaktadır.

Türkiye’de yaşamı şekillendiren ataerkil normlar, kadınların bedensel sağlığının yanı sıra ruhsal sağlığını da bozmakta, farklı cinsel kimliklerin yok sayılmasına yol açmaktadır.

“Cins Kırımı” seviyesinde devam eden kadına yönelik şiddet ile ilgili her basamakta, etkin koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetleri hassasiyet ile verilmelidir!

Kadına şiddetin bağlamından koparılarak “aile içi şiddet” olarak tanımlanması nedeniyle yaralanan kadınlar, sağlık kurumlarına onları yaralayan faillerle birlikte muayeneye getirilmekte, şiddetin yaşandığı ortama dönen kadınların yaşamsal tehlikesine göz yumulmaktadır. Şiddete maruz kalan kadınlar gizlilik kararı aldıkları andan itibaren sağlık hizmetine ulaşamamaktadır. Sağlık sisteminde kadına şiddetin bilimsel olarak sosyal ve ruhsal boyutlarıyla değerlendirilmesi, kadınlara şiddete karşı hakiki koruyucu tedbirler sunulması ve buna yönelik politikalar geliştirilmesi zorunludur. Sağlık Bakanlığı bulanık, karmaşık protokoller yerine etkin algoritmaları en kısa sürede yaşama geçirmek zorundadır.

Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin sağlanması tıbbın, tıp eğitiminin ve sağlık hizmetinin önceliklerinden olmalıdır!

Geleneksel kültürel kalıplardan ve eğitimde fırsat eşitsizliğinden beslenen sorunlar, tıbbın erkek egemen yapısı içinde katmerlenerek artmakta; mesleki-akademik yükselmelerde, işe alım süreçlerinde ve karar mekanizmalarında yer alış dinamiklerinde kadın hekimler dâhil tüm kadın sağlık çalışanları ayrımcılık ve önlenebilen bir eşitsizlik yaşamaktadır. Hekimlik ve sağlık ortamında kadın emeğinin yoğun olması, sorunun büyüklüğünü daha da çarpıcı hale getirmektedir.

Demokratik Katılım Grubu olarak;

Eşit işe eşit ücret, sürekli ve güvenceli işlerde istihdam,
Emeklilikte insanca yaşanacak ücret,
Çocuk, hasta, yaşlı ve engelli bakımında kamusal hizmetler,
Sendikal özgürlük ve grevli toplu sözleşme hakkının önündeki engellerin kaldırılması,
İstanbul Sözleşmesi başta olmak üzere kadınlara karşı ayrımcılığın yok edilmesini hedefleyen uluslararası tüm sözleşmelerin ve 6284 Sayılı Kanun’un etkin uygulanması taleplerimizle,
Doğayla ve türlerle barış içinde,
Kadınlar ve tüm toplum için koruyucu sağlık hizmetlerini önceleyen,
Sosyalizasyonu ve toplumun kendisinin dile getirdiği ihtiyaçları esas alan,
Yatay örgütlenen,
Hiyerarşinin olmadığı, eşitliğe ve dayanışmaya dayanan,
Yerel ve yerinde verilen, bir sağlık sistemi savunumuzu devam ettireceğiz.

Eşit, özgür, demokratik, laik, sömürünün ve otoriterleşmenin olmadığı bir çalışma ortamından ve toplum düşünden vazgeçmiyoruz!

Doğada var olan tüm insanların ve canlıların sağlık ve sağlıklı bir yaşam alanı hakkına sahip olması gerektiği evrensel bir bilgidir. Tam bir iyilik hali için, sağlık hakkı da dâhil olmak üzere tüm hak erişimlerinin eşit, nitelikli, ulaşılabilir, anadilinde ve ücretsiz olması gerektiğini en iyi bilen biz hekimleriz. Sağlık hakkı mücadelesi ile demokrasi, özgürlük, barış ve gönüllülük esaslı bir arada yaşama mücadelesinin bir birinden bağımsız olamayacağını da yine en iyi bizler biliriz.

Demokratik Katılım Grubu olarak, sağlık alanında yürüttüğümüz çalışmaları, insana ve doğadaki bütün canlılara ait diğer doğal haklar olan barınma ve sağlıklı yaşam alanı hakkını da içerecek biçimde sürdüreceğiz.

Sağlıkta dönüşüm adı altında sağlık alanında yapılan talanlara karşı iyi hekimlik değerlerini,
Tek din, tek dil, tek millet söylemi gibi ırkçı ideolojileri reddederek bireylerin dil, din, inanç, kültür, milliyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği, ifade özgürlüğü ve yaşam hakkını,
Sadece ülkemizde değil, Ortadoğu ve Filistin’de yaşanan sağlık kurumlarının, sağlık çalışanlarının ve hastaların hedef alındığı savaş başta olmak üzere, tüm dünyadaki savaşlara karşı barışı,
Eşitlikçi ve insan haklarına dayalı “Demokratik Bir Anayasa’’ talebini,
Hukuk dışı tutuklamalara ve hukukun toplum üzerinde baskı aracı haline gelmesine karşı, hukukun üstünlüğünü,
Yaşanan katliamlarla yüzleşmeyen, ağır hasta tutuklu ve hükümlüleri ölüme terk eden,  çocuklara umutlu bir gelecek yerine cezaevleri inşa edenlere karşı yaşamı ve umudu,
Mülteci ve göçmen haklarını görmezden gelen yaklaşıma karşı uluslararası hukuk çerçevesine uyulmasını savunmaya,
Siyasal iyilik hali mücadelemizi ve ekolojik yıkım politikaları ile sürekli “afet” yaşayan ülkemizde “bize oy verenlere yardım elimizi uzatırız diyenlere” karşı toplumun tüm kesimleri ile dayanışmayı büyütmeye, devam edeceğiz.

İklim değişikliği ve bununla ilişkili afetler ile ilgili planlamaları ivedilikle yapılmalıdır!

İklim değişikliği ve bununla ilişkili afetler İstanbul’da son yıllarda çok yakıcı bir şekilde hissedilmektedir. Artık yaşanılan her yaz bir öncekinden daha sıcak olmakta, sıcaklık rekorları kırılmakta; sıcakla ilişkili hastalıklar ve ölümler artmaktadır. İklim değişikliği ile yakından ilgili olan seller ve fırtınalar ve sonrasında bulaşıcı hastalıklara bağlı sağlık riskleri yaşanmakta; ancak konu ile ilgili şeffaf veriler kamuoyuna  açıklanmamaktadır. İklim değişikliği ile ilişkili hastalık ve ölümlerin İstanbul’daki yükünün belirlenmesi ve zaman içindeki değişiminin izlenmesi çok önemli ve gereklidir.

Afetlere yönelik çok sektörlü bir yaklaşımla hazırlık yapılmalıdır. İlgili eylem planlarının içine sağlık hizmetleri de mutlaka yerleştirilmeli ve erken uyarı sistemleri kurulmalıdır. Bütün afet ve olağandışı durumlar için sağlık sisteminin dirençliliği sağlanmalı; bu dirençlilik sağlık profesyonellerinin kapasite artırımı yoluyla hazır hale getirilmesini, alt yapı ve diğer olanakların her koşulda teminini kapsamalıdır. Afetlerde dezavantajlı /savunmasız nüfuslar için ayrıca planlama yapılmalıdır.

Hava kirliliği, ciddi bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmalıdır!

Temiz Hava Hakkı Platformu’nun (THHP) her yıl yayımladığı “Kara Rapor: Hava Kirliliği ve Sağlık Etkileri” raporuna göre; sadece 2019 yılında İstanbul’da gerçekleşen ölümlerin toplam 4848’i hava kirliliği ile ilişkili nedenlerdendir. Meslektaşlarımız ve alanda çalışan diğer uzmanlar İstanbul’da doğan ya da yaşayan çocuklar ise “İstanbul Astımı” adını verdikleri bir büyük bir sorunla mücadele etmektedir.  Bu nedenle hava kirliği bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmalı,  gerçek zamanlı izlemi ve değerlendirilmesi sağlanmalı, kirlilik kaynaklarının tespit edilip buna göre orta ve uzun vadede alınacak önlemler belirlenmelidir. Mevcut durum ile ilgili veriler toplumun bütün kesimleri ile şeffaflıkla paylaşılmalıdır.

Toplumsal bağışıklama ile ilgili aşı reddi, aşı kararsızlığı gibi konuları da kapsayan aşı politikaları geliştirilmelidir!

Son yıllarda, İstanbul’da aşı ile korunabilen hastalık salgınlarının arttığı bir gerçektir. Sağlık Bakanlığı, 2021 yılı Sağlık İstatistikleri Yıllığına göre, İstanbul’da Kızamık Kızamıkçık Kabakulak aşılama oranları Türkiye ortalamasının altındadır. Artan aşı kararsızlığı, aşılama ve hastalık verilerinin şeffaf olarak paylaşılmaması, durumu daha da ciddi hale getirmektedir.  Aşı kararsızlığına neden olan faktörlerin saptanarak, ailelerin endişelerini giderecek faaliyetlerin yürütülmesi, konunun multidisipliner yaklaşımlarla ele alınması şarttır.

Bir beton rant projesine dönüşen Kanal İstanbul halk sağlığını tehdit etmektedir!

Ekoloji ve halk sağlığı perspektifi ile bakıldığında projenin pek çok sorunu beraberinde getirdiği görülmektedir. Su havzalarının, barajların ve zaten az olan ormanlık alanların tahrip edilmesi endişe vericidir. Artması öngörülen nüfusa dair ek trafik, hava kirliliği, mevcut tarım ve hayvancılık alanlarının yok edilmesi ile ölçeği artacak gıda ve yoksulluk krizleri, deprem riski ile birlikte değerlendirildiğinde çok korkunç sorunlara yol açacağı açıktır.

Demokratik Katılım Grubu olarak;

Doğayı ve yaşamı savunmaya,
Kadim İstanbul şehrini rant alanına çeviren zihniyete karşı durmaya, devam edeceğiz.

Afet yönetimleri, neo-liberal piyasacı anlayışına terk edilemeyecek kadar önemlidir!

Depremin afete yol açarak insanlar ve toplum üzerinde yarattığı olumsuz etkiler, mühendislik alanlarından farklı bir tartışma boyutuna geçmemizi zorunlu kılmaktadır. Deprem bir yer hareketi olsa da afet insanların karşı karşıya kaldığı olumsuzluklar nedeniyle toplumsal, sosyal bir olaydır. Hekimler olarak biliyoruz ki;

Depremin bir afete dönüşmesini ve doğal risklerin yıkıcı sonuçlarını önlemek mümkündür.

Gerek deprem öncesinde, gerekse deprem sırasında ve sonrasında alınacak önlemler ve hazırlıklarla depremin toplumsal ve sosyal bir felakete dönüşmesi engellenebilir.
Depreme bağlı afetler herkesi eşit etkileyecek gibi görünse de gerçekte sonuçları açısından ayrımcıdır. Farklı yoksunluklar içinde olanlar; yoksullar, yaşlılar, çocuklar, engelliler, göçmenler, kadınlar depremlerin neden olduğu toplumsal olumsuzluklardan çok daha fazla etkilenirlerken, egemen kesimler afeti fırsata çevirmeye çalışır.

Mevcut koşullarda dahi yetersiz olan sağlık hizmetleri, deprem gibi afet koşullarında daha da yetersiz kalacak, bu durum yıkımın katmerlenmesine yol açacaktır. Hemen bugünden itibaren hastaneler ve birinci basamak hizmetinin verildiği binalar afetlere dayanıklı hale getirilmeli, sağlık hizmetinin afet koşullarında sunumu kamucu sağlık perspektifi ile planlanmalıdır.

Demokratik Katılım Grubu olarak;

İstanbul depremine karşı kendimiz ve toplum açısından olası riskleri en aza indirmek için sağlık kurumlarımızla birlikte bilinçli, hazırlıklı, dayanıklı olmak zorunda olduğumuzu,
İstanbul depremini “öncelikli bir halk sağlığı sorunu olarak”  gördüğümüzü, bu konuda sorumluluk üstlendiğimizi,
Kongre, sempozyum, bilgilendirme gibi çalışmalara devam edeceğimizi,
Kamu otoritesi ve ilgili kurum ve kuruluşlarla iletişimi, taleplerimizi yükseltmeyi sürdüreceğimizi,
Depremin değil, kötü yönetimin, yönet(e)memenin yıkımı artırdığını bildiğimizi,
6 Şubat depreminde gösterdiğimiz dayanışmacı tutumdan asla vazgeçmeyeceğimizi, bir kez daha vurguluyoruz.

Emekli hekimler insana yakışır bir yaşamı hak ediyor!

Uzun bir tıp eğitimi ve yorucu bir çalışma döneminin sonunda emekli olan hekimler ekonomik ve sosyal açıdan birçok sorunla karşı karşıya kalmaktadır.
Kamuda çalışırken gelir düzeyindeki yetersizlik ve ele geçen ücretin çok parçalı olması, ek ödemelerin emekli maaşına yansımaması; özel sağlık sektöründe bordrolu çalışırken sigorta primlerinin gerçek ücretin altında yatırılması nedeniyle, emekli hekimler insana yakışır bir yaşamı sürdürebilmek için çalışmak zorunda kalmaktadırlar.
Hekimlere emeklilikte ödenen ek ödemelerde büyük eşitsizlik yaşanmakta, Bağ-Kur, SGK emeklileri ve tıp fakültesi emekli hekimleri hiç ek ödeme alamamaktadır. Emekli Sandığı’na bağlı olarak emekli olan hekimler ise SGK’lı olarak çalıştıkları takdirde ek ödemeleri kesilmektedir.
Tüm emekli hekimlere bu ek ödemeler koşulsuz tahakkuk edilmeli, ücretler ekonomik olarak daha iyi bir düzeye getirilmelidir. Bu konudaki mücadeleye ve hukuki süreçleri zorlamaya devam edeceğiz.
Ekonomik sorunların yanı sıra son yıllarda yaşanan mesleki değersizleştirmeye, etik değerlerdeki yozlaşmaya ve sağlık sistemindeki piyasalaşmaya bağlı olarak emekli hekimler, sağlık hizmeti almak istediklerinde hak etmedikleri davranışlarla karşı karşıya kalabilmektedir.

Demokratik Katılım Grubu olarak, emekli hekimlerin yaşadığı sorunların esasında tüm hekimlerin sorunu olduğunun ve bu konuda tüm hekimlerin birlikte mücadele etmesinin gerekliliğinin farkındayız.

Tüm emekli hekimlerin yanında yer almak, sorunlarını kamuoyu ile paylaşmak ve siyasi otorite nezdinde girişimlerde bulunmak görevimizi sürdüreceğiz.

DENETLEME KURULU ADAYLARI

Adaylara Bak

YÖNETİM KURULU ADAYLARI

Adaylara Bak

TTB DELEGASYON ADAYLARI

Adaylara Bak